İnan, yazısında şu ifadeleri kullandı:
“Geçmişin kötü alışkanlıkları terk edilecek ve her şey doğanın adil yasaları üzerine kurulacaktır. Bilgi bütün dünyada aranacaktır…”
Bu sözler 6 Nisan 1868’de 15 yaşındayken Japon İmparatoru olan Meiji’nin yeminidir.
Bu tarihe gelmeden önce, Japon toplumunun her döneminde büyük bir kargaşa ve şiddet vardır. Kentlerde ve köylerde bağnaz ve silahlı yağmacı çeteler ortaya çıkmaya başlar. Bu durum ülkeyi birkaç yıl sürecek bir istikrarsızlığa, ardından da iç savaşın karanlığına sürükler.
Gelinen bu noktada şogunluk devrilir ve 1868’de yepyeni bir rejim kurulur. Bu rejim geçmişin yarattığı olumsuzlukları gidermeye çalışır. İmparatorluğun “restorasyonu” olarak sunulan yeni rejimin simge ismi, on beş yaşındaki genç hükümdar Mutsuhito’dur.
Mutsuhito, saltanat dönemine ayırt edici özellik olarak Meiji, yani “aydınlanmış yönetim” adını koyar. Ülkenin başkenti olan Kyoto’dan ayrılıp, bugünkü Japonya başkenti Tokyo’ya yerleşir.
Labirent, Lübnan doğumlu, 1976 yılından beri Paris’te yaşayan Amin Maalouf’un Türkçeye çevrilen 23. kitabı. Bunların 15’ini okumuş biri olarak, iyi bir takipçisi, okuru sayıyorum kendimi.
Sanırım Maalouf, kitapları ülkemizde en çok okunan yabancı yazarların başında gelir. Geçtiğimiz Mart ayında yayımlanan Labirent’i belki de ilk okuyanlardan biriyim. 2019’da yayımladığı Uygarlıkların Batışı adlı denemelerinden ve Empedokles’in Dostları adlı distopik romanından sonra farklı bir anlatımla kaleme aldığı ikinci deneme kitabı Labirent’i okuduğumda, kitap hakkında karşı konulmaz bir yazma isteği doğdu kafamda.
Kitabın yarattığı duyguları okuma defterime sıcağı sıcağına not etmiştim. Ancak o yazdıklarım oldukça uzun ve kitabın bütünü üzerine olan düşüncelerimdi. Bu yazıda sadece Japonya’yı konu edeceğim.
Amin Maalouf, şüphesiz büyük bir yetenek, çok iyi bir yazar. Olağanüstü bir çabayla, sanırım 100’ün üzerinde bir kaynaktan yararlanarak oluşturmuş kitabını.
Her şeyden önce Maalouf ufku açık bir yazar. Bu kitapta ele aldığı konular ise okuyucunun ufkunu fazlasıyla açan bir içerikte.
Ülkelerin tarihini ve siyasal durumunu akıcı ve çok güzel bir hikâye diliyle anlatabilmek, elbet büyük ustalık isteyen bir beceri. Maalouf okuyanlarınız için yabancı gelmeyecek ama bildiğiniz Amin Maalouf’un da üstüne çıkmış bu kitapta yazar.
Ben de yazılarımda ara ara başvuracağım bu kitaptan yola çıkarak, sizlerle beraber ufuk açma çabasında olacağım.
Labirent’te alt başlık olarak “Batı ve Hasımları” kullanılmış. Kitabın önsözünün ilk paragrafı şöyle:
“İnsanlık bugün tarihinin en tehlikeli dönemlerinin birinden geçiyor. Yaşananların bir benzerine kimi yönlerden daha önce hiç rastlanmadı ama kimi yönlerden de Batı ile hasımlarını karşı karşıya getirmiş daha önceki çatışmalarla aynı çizgide yer alıyor. Elinizdeki kitap uzak ve yakın geçmişteki bu çatışmaları ele alıyor.”
Maalouf, Avrupa’nın, sömürgeciliğini yerkürenin neredeyse her yerinde sürdürmesi karşısında yarattığı çok sayıdaki tepkilere girmeyeceğini söylüyor, sonra da Batı’nın dünya ülkeleri üzerinde sağladığı üstünlüğe kararlı biçimde karşı koymayı, meydan okumayı denemiş ülkelerle sınırlıyor anlatısını.
Yazar söz konusu ülkelerin sadece üçünü konu ediyor: İmparatorluk Japonyası, Sovyet Rusya, sonra da Çin. Ancak bu ülkelerin ekonomik ve siyasal olaylarını ele alırken elbet Batı Bloku içinde kabul edilen Amerika Birleşik Devletleri’ne de epey yer veriyor kitapta.
Sanırım epey uzun bir giriş oldu. Bu yazıda Japonya’yı konu edeceğiz. Japonya ve Türkiye önlerine çıkan fırsatlarda benzerlik gösterdiği halde, varılan sonuçların aynı olmamasına dikkat çekmek de amacım.
Japon imparatorluğunda kurulan yeni rejim öncelikle sistemin zayıflıklarından kurtulmak için çarelere başvurur. Değişimi koşulsuz uygulamak ve taviz vermeyen kararlı reformculara, önderlik yapabilecekleri işlerin sorumluluğu verilir.
Modernleşme mantığı ile yola çıkan Meiji, bunu çok daha ileri götürmenin koşulu olarak, mühendisler, teknisyenler, bilginler, sanayiciler, bankacılar, yöneticiler, ayrıca öğretmenler, araştırmacılar, gazeteciler, fotoğrafçılar, hukukçular, sosyologlar, filozoflar çıkarabilecek bir Japon toplumu inşa etmekten başka bir şey düşünmez. Tüm dünyaya görevliler gönderir zaman yitirmeden.
Bizim Cumhuriyet’in kuruluşundan sonra Mustafa Kemal’in, üstün yetenekli kişileri Batı’ya birer kıvılcım olarak göndermesinin amacı da modern bir toplum inşa etme çabasından başka bir şey değildi.
Bunun dışında, daha hızlı modernleşmek için kendi yurttaşlarının yeterince uzman olmadığı alanlarda gelişimi sağlamak amacıyla Avrupa’dan profesyonel eleman ve bilim insanlarını davet eder ülkesine.
Mustafa Kemal’in Alman bilim adamlarını üniversitelerimize öğretim üyeleri olarak alma çabasının ne kadar elzem ve doğru olduğu daha iyi anlaşılıyor.
İki yıl gibi bir sürede her alanda olağanüstü gelişmeler sağlayan Japonya’nın bu sırrı nasıl açıklanabilirdi?
Bunu şöyle yanıtlıyorlar: “Batı tekniği ve Japon Ruhu”yla…
Oldukça kısa sürede sağlanan olağanüstü başarı, hem sistemin yöneticileri hem de bu gelişmeyi yakından izleyen yabancı gözlemciler için merak konusuydu. Acaba Japonya, modernleşme yolunda İngiltere, Fransa, Amerika Birleşik Devletleri, Almanya ve Rusya gibi büyük devlet statüsüne ulaşabilecek miydi?
Topraklarında neredeyse beş yüz yıldır savaş görmeyen bu Asya ülkesi, Kore’yle ilgili bir anlaşmazlık yüzünden 1 Ağustos 1894’te Çin ile savaşa girmişti. Yabancı uzmanlar bu savaşın Çin’in galibiyetiyle biteceğini öngörüyorlardı. Çünkü Meiji’nin başlattığı modernleşme programında Japonya’nın ne kadar yol aldığını kavrayanların sayısı çok azdı.
Savaş, Nisan 1895’te Japonya’nın galibiyetiyle bitti. Oldukça fazla tazminat ve imtiyazlı bölgeler elde etmişti Japonya.
Meiji rejiminin yöneticileri açısından bu savaş, büyük bir adım olarak kabul edilir. Çünkü kendilerini sahada ispatlamışlardır.
Japonya’nın yükselişi karşısında Avrupalılar endişe duymaya başlar. Alman İmparatoru II.Wilhelm aynı zamanda kuzeni olan Rusya Çarı II. Nikola’ya ”uygarlığımızı sarı tehlikeye karşı savunmak üzere ” diyerek teşvik eder. Çünkü ikisi de Japonları kolayca ve kısa sürede alt edeceklerini öngörüyorlardı.
Ama düşündükleri gibi olmaz.
Olay Medya İcra Kurulu Başkanı Mehmet Ali İnan’ın yazısının tamamı için tıklayın…
İnan, yazısında şunları dile getirdi:
“Kötü alışkanlıklar geçmişte kalacak ve her şey doğanın adil yasalarına uygun bir şekilde şekillenecek. Bilgi, dünya genelinde arayış içinde olacaktır…”
Bu ifadeler, 6 Nisan 1868’de, sadece 15 yaşında Japon İmparatoru olan Meiji’nin yeminidir.
Bu tarih öncesinde, Japon toplumu pek çok dönemde kaos ve şiddet experienciasıyla sarsılmıştır. Kentler ve köyler, bağnaz ve silahlı yağma çeteleri tarafından tehdit altına alınmış, bu durum ülkeyi birkaç yıl sürecek istikrarsızlığa ve nihayetinde iç savaşın gölgesine sürüklemiştir.
Gelinen noktada, şogunluk düzeni sona erer ve 1868’de yenilikçi bir rejim tesis edilir. Bu yeni yönetim, geçmişte yaşanan olumsuzlukları ortadan kaldırmaya yöneliktir. İmparatorlukta “restorasyon” olarak adlandırılan bu süreçte, on beş yaşındaki genç hükümdar Mutsuhito, yeni rejimin simgesi haline gelir.
Mutsuhito’nun saltanat dönemi, “Meiji” yani “aydınlanmış yönetim” terimiyle anılır. Ülkenin başkenti Kyoto’dan hareketle, günümüzdeki Japonya’nın başkenti Tokyo’ya yerleşim gerçekleştirilir.
Amin Maalouf’un “Labirent” adlı eseri, Lübnan doğumlu yazarın Türkçeye çevrilen 23. kitabıdır. Daha önceki 15 eserini okumuş biri olarak, kendimi bu konuda iyi bir takipçi sayıyorum.
Maalouf, Türkiye’de en çok okunan yabancı yazarlar arasında yer alıyor. Geçtiğimiz Mart ayında yayımlanan “Labirent”, belki de bu eseri ilk okuyanlardan biriyim. 2019’da yayımladığı “Uygarlıkların Batışı” adlı denemelerden ve “Empedokles’in Dostları” adlı distopik eserinden sonra farklı bir anlatımla kaleme aldığı “Labirent” üzerine düşüncelerimi aktarma isteği duydum.
Kitabın bana hissettirdiklerini not almak için okuma defterime hemen kaydettim. Ancak, o notlar oldukça uzun ve kitabın tamamı üzerine olan düşünceler içeriyordu. Bu yazımda sadece Japonya’ya odaklanmayı planlıyorum.
Amin Maalouf, gerçek bir yetenek ve olağanüstü bir yazar. Eserini oluştururken, sanırım 100’den fazla kaynaktan faydalandığını söylemek mümkün.
Maalouf, ufkunu genişleten bir yazar. Bu kitapta ele alınan konular ise okuyucunun perspektifini derinleştiren bir özellik taşıyor.
Bir ülkenin tarihini ve siyasi durumunu akıcı bir anlatı diliyle aktarabilmek, büyük bir ustalık ister. Maalouf’un önceki eserlerini okuyarak edindiğiniz izlenimlerin bilinen yazarın daha da üstünde olduğunu görebilirsiniz bu kitapta.
Yazılarımda referans alacağım bu eserin ışığında, birlikte yeni ufuklara açılmak noktasında bir çaba içerisinde olmayı umuyorum.
Labirent‘te “Batı ve Hasımları” alt başlığı kullanılıyor. Kitabın önsözünde ise şöyle deniliyor:
“İnsanlık, tarihinin en tehlikeli dönemlerinden geçiyor. Günümüzde yaşananların bazı yönleriyle benzerleri daha önce hiç görülmedi ancak bazı noktalarıyla da Batı ile hasımlarını karşı karşıya getiren daha önceki çatışmalarla benzerlikler taşıyor. Elinizdeki kitap, bu çatışmaları ele almayı amaçlıyor.”
Maalouf, Avrupa’nın sömürgeciliğine karşı dünya genelinde ortaya çıkan tepkileri incelemekten uzak duruyor. Bunun yerine, Batı’nın dünya ülkeleri üzerindeki hâkimiyetine meydan okuyan sınırlı sayıda ülkeye odaklanıyor.
Ele aldığı ülkeler ise üç tanedir: İmparatorluk Japonya’sı, Sovyet Rusya ve Çin. Bu ülkelerin ekonomik ve siyasi süreçlerini işlerken, Batı Bloku’nda kabul edilen Amerika Birleşik Devletleri’ne de önemli bir yer ayırıyor.
Giriş kısmı oldukça uzun oldu. Bu yazıda Japonya’ya daha fazla odaklanmayı hedefliyorum. Japonya ve Türkiye, önlerine çıkan fırsatlarda benzerlik gösterse de ulaşılan sonuçların farklılığını ele almak istiyorum.
Japon İmparatorluğu’nda kurulan yeni yönetim, sistemin zaaflarını gidermeye yönelik adımlar atmaya başlıyor. Değişimi kararlı bir şekilde uygulamak ve reformlarda öncülük edebilecek yetenekli kişilere görevler veriliyor.
Modernleşme hedefine ulaşmak için Meiji, mühendisler, teknisyenler, bilim insanları, sanayiciler, bankacılar, yöneticiler, öğretmenler, araştırmacılar, gazeteciler, fotoğrafçılar, hukukçular, sosyologlar ve filozoflar yetiştiren bir Japon toplumu kurmayı hedefliyor. Hızla görevliler göndererek dünyaya açılıyorlar.
Cumhuriyetin kurulmasından sonra Mustafa Kemal de, üstün yetenekli bireyleri Batı’ya, modern bir toplum inşa etme perspektifiyle göndermiştir.
Bunun yanı sıra, yurttaşlarının yetersiz olduğu alanlarda gelişimi hızlandırmak için Avrupa’dan profesyoneller ve bilim insanları davet ediliyor.
Mustafa Kemal’in Alman bilim adamlarını üniversitelere öğretim üyesi olarak alma çabası, ne kadar gerekli ve doğru olduğu bugün daha iyi anlaşılıyor.
Japonya’nın kısa bir süre içinde sağladığı olağanüstü gelişim nasıl açıklanabilir?
Cevabını şöyle veriyorlar: “Batı tekniği ve Japon Ruhu” ile.
Kısa zamanda elde edilen bu olağanüstü başarı, hem Japonya’nın yöneticileri hem de bu değişimi dikkatle izleyen yabancı gözlemciler için merak konusu haline geldi. Japonya, modernleşme sürecinde başta İngiltere, Fransa, Amerika Birleşik Devletleri, Almanya ve Rusya gibi büyük devletlerle aynı statüye ulaşabilecek miydi?
Savaş görmeyen bir Asya ülkesi olan Japonya, 1 Ağustos 1894’te Kore ile ilgili bir anlaşmazlık nedeniyle Çin ile savaşa girişti. Yabancı uzmanlar, bu savaşın Çin’in zaferi ile sonlanacağına inanıyorlardı, çünkü Meiji’nin başlattığı modernleşme programının getirdiği gelişmelerin ne denli etkili olduğunu anlamakta olan çok az kişi vardı.
Fakat savaş, Nisan 1895’te Japonya’nın zaferiyle sonuçlandı. Bu zafer, Japonya’ya büyük tazminatlar ve imtiyazlı bölgeler kazandırdı.
Meiji yönetimi, bu savaşı büyük bir başarı olarak değerlendiriyor, çünkü kendilerini gerçek alanda kanıtlamış oluyorlardı.
Japonya’nın yükselişi, Avrupalıları endişelendirmeye başlamıştı. Alman İmparatoru II. Wilhelm, kuzeni olan Rus Çarı II. Nikola’ya “uygarlığımızı sarı tehlikeye karşı korumak” çağrısında bulunuyordu. Onlar da Japonları kısa sürede alt edeceklerini düşünüyorlardı.
Ancak, beklentileri gerçekleşmedi.
Olay Medya İcra Kurulu Başkanı Mehmet Ali İnan’ın yazısının tamamı için tıklayın…